Gerçek olan bir şey var ki, Berlin’i ya çok severseniz ya da hiç sevmezsiniz. Sanıyorum ben çok sevenler tarafında yer alıyorum. Zira karakteristik olan çoğu şey ilgimi çeker, hele bir de içinde farklı bir ruh barındırıyor ve klişelerden arınmışsa o yer artık benimdir. Görsel olarak hiçbir şekilde güzel olmamasına rağmen, bir şehir nasıl bu kadar karizmatik olabilir anlayamıyorum. Çok da şaşırmamak lazım aslında çünkü güzel başka şey karizmatik başka şey. İşte Berlin, karizmatik olarak tanımlayabileceğimiz Avrupa şehirlerinden biri. Açıkçası Berlin’i doyasıya keşfetmek için yeterli zamanım ve param yoktu.
{facility:0}*Unutmadan, ciddi ciddi Berlin seyahati düşünüyorsanız eğer, 3 Günlük Berlin Gezisine Dair Nokta Atışı Bilgiler yazısında da işinize yarayacak çok sayıda bilgi paylaştığımı belirtmek isterim.
Berlin’in merkezi olarak tanımlayabileceğimiz Alexanderplatz, birçok kez yolunuzun düşeceği bir yer aslında. Burası bir meydan ve etrafında çok sayıda mağaza, restoran, kafe, vs. yer alıyor. Dolayısıyla her şeyden önce burayı bir keşfetmeniz şart. Zira geziniz boyunca çoğu ulaşım ağınızı da buradan sağlayacaksınız. Tıpkı İstanbul’un Taksim’i gibi düşünebilirsiniz. Sırtınızı Alexanderplatz’a verdiniz mi, her yer tek vesait. Şimdi burada devasa bir kule de gözünüze çarpacaktır ve bu nedir ki diyeceksiniz. O devasa kule, Berlin’in televizyon kulesi imiş. Tepesinde bir restoran ve seyir noktası bulunuyor. Giriş ücreti bana gereksiz pahalı geldiğinden ben tercih etmedim. Zaten Berlin’in panoramik manzarasını izleyebileceğiniz noktalara gideceksiniz. Yine de tercih sizin.
{ad:0}Aslında içinde hiç piskopos yaşamadığı için katedralden sayılmadığı da söyleniyor. Protestanlığın Alman milliyetçiliğini nasıl etkilediğini görmek adına mutlaka ziyaret etmelisiniz. Ki zaten efsane bir mimarisi var, dışarıdan ayrı içeriden ayrı etkileyici. Yanılmıyorsam barok mimari özelliklerini taşıyor. Yalnız, buraya gelmeden Almanya’nın tarihini biraz araştırmanız gerektiğini düşünüyorum. Özellikle mezhep olaylarını mutlaka bir okuyun. Burada çok fazla zaman geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Çok farklı bir atmosferi vardı. Eğer kendinizi enerjik hissediyorsanız, merdivenleri tırmanıp katedralin kubbesine mutlaka çıkmanızı tavsiye ediyorum. Berlin’in 360 derece panoramik manzarasını görebilirsiniz böylece.
Unesco Dünya Mirası Listesi’nde de yer alan Müzeler Adası, Berlin’in en görülesi noktalarından bana kalırsa. Mitte bölgesinde, Spree Nehri’nin üzerinde bulunan bu bölge içerisinde gezebileceğiniz 5 tane müze bulunuyor; Bode Müzesi (Bode-Museum), Neues Müzesi (New Museum), Pergamon Müzesi (Pergamonmuseum), Altes Müzesi (Old Museum) ve Alman Tarihi Müzesi (Old National Gallery). Bu arada daha demin belirtmeyi unuttum, Berlin Katedrali de bu bölgede yer alıyor. Şimdi hangisini gezeceğiniz size kalmış ancak bence 3 günlük bir gezide hepsini gezmek pek akıl karı olmuyor zira bu, bir tam gün demek. En görülmeye değer olanı Pergamon Müzesi.
Müzeler Adası’nın en büyük adası olan Pergamon Müzesi, yani aslında bildiğimiz Bergama Müzesi, oldukça ilgi çekici bir müze. Antik Eserler Koleksiyonu, Ön Asya Müzesi ve İslam Sanatları Müzesi olmak üzere 3 bölümden oluşuyor. Türkçe seçenekli sesli rehber olması ve giriş ücretine dahil olması işin güzel tarafı, böylece içeride bolca vaktinizi geçirebilirsiniz. Müzede gezerken şöyle bir his oluyor, "her şeyi bizden çalmışlar, her şeyi" şeklinde veryansın ediyorsunuz. Müzenin en dikkat çekici eserleri ise; Bergama Sunağı, Milet Pazar Kapısı, Babil’in Alay Yolu, İştar Kapısı ve Maşatta Sarayı’nın Dış Cephesi.
Berlin’de ücretsiz görebileceğiniz yerlerden biri olan Brandenburg Kapısı, Berlin’in simge yapılarından biri olduğu için kesinlikle görülmeli diye düşünüyorum. Bunun nedeni ise kapının bir hayli önemli olaylara sahne olması. Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte açılan Brandenburg Kapısı, Berlin Duvarı’nın yıkılması ile birlikte Almanya’nın birlik ve beraberliğini temsil eden bir simge haline gelmiş. Bu yüzden diyorum ki, Berlin’i sevmek için Berlin’i anlamak gerekiyor. Ve bu nedenle tekrar ediyorum ki, Berlin’e gelmeden önce mutlaka ön araştırma yapmalı, soğuk savaş yıllarına dair birkaç belgesel mutlaka izlemelisiniz. Bu arada, Bardenburg Kapısı’nı akşam saatlerinde görmenizi tavsiye edeceğim. Işıklandırması oldukça hoş görünüyor çünkü.
Reichstag, Almanya’nın parlamento binası oluyor. Brendenburg Kapısı’nın çok yakınında yer aldığı için aynı gün de görebilirsiniz. Binayı ilginç kılan iki şey var; biri tarihi, diğeri ise tepesindeki cam kubbe. Bina, 1894 yılında inşa edilmiş ve Hitler’in iktidarında da aktif olarak kullanılmış. Hatta Hitler, propaganda oturumlarını burada yapmış. 1933 yılında bina kundaklanmış ve uzun bir süre kullanılamamış. Almanya’nın birleşmesinden sonra restore edilen bina, 1999 yılında yeniden parlamento binası olarak kullanılmaya başlanmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında kubbesine Sovyetler Birliği bayrağı dikilmesi de yakın tarihin ilginç olaylarından biri. Cam kubbeye gelecek olursak; burası da 360 derecelik Berlin manzarasını gözler önüne seriyor. Ancak; yoğun güvenlik önlemlerinden dolayı binayı randevu ile ziyaret edebiliyorsunuz. Burada da yine Türkçe rehber seçeneği mevcut ve kubbenin içinde gezerken etrafınızdaki binalar hakkında çok sayıda bilgi öğrenebiliyorsunuz. Randevu için buraya tıklayabilirsiniz. Hatta gitmeden randevu işini halledin, yoksa yer bulamama ihtimaliniz var.
Hani Berlin’de mutlaka görülmesi gereken bir yer varsa orası kesinlikle burasıdır. Almanya’yı ikiye bölen Berlin Duvarı, II. Dünya Savaşı sonrasında Doğu Almanların Batı Almanya’ya kaçışını engellemek için bir gecede inşa edilmiş. Yani boşuna "Utanç Duvarı" demiyorlar buraya. Duvar, 1989 yılında yıkılmış ancak 1,3 km’lik kısmı hala daha ayakta. Üzerinde çeşitli grafitiler mevcut. Grafitlerin çoğu duvarın yıkılacağı resmi olarak açıklandıktan sonra pek çok sanatçı tarafından yapılmış. En ünlüsü de bu "Öpücük" isimli çalışma. İki Sovyet liderin dünya çapında yayılan fotoğrafının resmedildiği bu grafitinin üzerinde ise "Tanrım, bu ölümcül aşktan kurtulmama yardım et" yazıyor. Berlin’in çoğu yerinde duvar kalıntısına rastlayacağınızı da belirteyim.
Burası oldukça hüzünlü bir nokta. Brandenburg Kapısı’nın yanında bulunuyor. Ancak gece karanlığında gezmek mümkün olmadığı için, kapıyı gördüğüm gün değil ertesi gün gezmek durumunda kalmıştım. Burası, Holokost’ta katledilen 6 milyon Yahudi’nin anısında dikilmiş 2700 anıt mezardan oluşan bir alan. Beton bloklardan oluşan alanın içerisi adeta bir labirenti andırıyor. Anıt, 2003-2004 yılları arasında inşa edilmiş. Şimdi beni düşündüren kısım, şehrin en merkezi noktasında, böylesine devasa bir alanı nasıl oluyor da Yahudilerin anısında bir anıta dönüştürebiliyorlar? Gerçekten müthiş bir duyarlılık örneği. Açıkçası burası beni son derece etkileyen bir nokta olmuştur Berlin’de.
Ve işte geldik Berlin’in meşhur Türk mahallesine. Küçük İstanbul olarak da anılan Kruezberg’in tam ortasında yer alan tabelada Türkçe olarak "Kreuzberg Merkezi" yazdığını görünce küçük çaplı bir şaşkınlık yaşıyorsunuz tabi. Her yerde çiğköfteci, kahvehane, İstanbul Market filan derken İstanbul’a düştüm diyorsunuz ama bence yine de görülmeli. Zaten Berlin’in o meşhur gece hayatı da bu semte kaymış durumda. Rock barların hepsi neredeyse burada bulunuyor diyebilirim. Bana göre değişik bir atmosfer ve es geçilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Zaten Berlin’in gece hayatını solumak için illa ki yolunuz düşecektir.
Aslına bakarsanız yine Almanya’nın yakın tarihi için büyük anlamlar içeren ancak turistik olarak pazarlandığı için müthiş itici bir atmosfere sahip olan yer olarak tanımlayabilirim Checkpoint Charlie’yi. Burası tam olarak ne oluyor derseniz; 1961 ile 1990 yılları arasında Batı Berlin’den Doğu Berlin’e geçmek isteyenlerin kontrollü geçiş kapısı oluyor. Bir nevi sınır kapısı olarak düşünebilirsiniz. Yalnız, şu turistik atmosferi insanın gerçekten sinirini bozuyor. Bir kere sembolik olarak kulübenin oraya iki asker koymuşlar, onlarla fotoğraf çekmek isterseniz 5 Euro veriyorsunuz. Onlarla çekilmeyeyim, sadece ortamı çekeyim deseniz çok zor. Bir de 5 Euro karşılığında isterseniz pasaportunuza damga da bastırabiliyorsunuz ama problem olur mu bilmiyorum, ben yaptırmadım öyle şeyler.
Türkçe ismiyle Terörün Topoğrafyası olan Topography of Terror, bence Berlin’de mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri. Berlin Duvarı’ndan kalma 200 metrelik bölümün yanında bulunan bu alanın ortasında Nazi Almanya’sı hakkında şimdiye kadar yapılmış en kapsamlı ve ücretsiz olarak gezebileceğiniz bir sergi bulunuyor. Karşısındaki bina ise, bir zamanların hava kuvvetleri karargahıymış. Sergide ise Nazi Almanya’sı dönemine ait yüzlerce fotoğraf ve hikaye yer alıyor. Hayatımda gördüğüm en etkileyici sergilerden biriydi desem abartmış olmam.
Şimdiye kadar gittiğiniz tüm müzeleri unutun. Zira DDR’da daha önce hiç yaşamadığınız bir müze deneyimi yaşayacaksınız. Eğer, Doğu Almanya ve soğuk savaş dönemine ilgi duyuyorsanız, zaten kesinlikle görmeden dönmeyin diyebilirim bile. DDR Museum, interaktif bir müze. Doğu Almanya’da yaşayan insanların günlük yaşantılarına birebir şahit oluyor, eşyalarına dokunabiliyor, müziklerini ve radyolarını dinleyebiliyor, nasıl giyindiklerini görüyor ve daha pek çok şeyi öğrenmiş oluyorsunuz. Hele banyo, mutfak, salon ve iki odadan oluşturulmuş ve döneme uygun dekore edilmiş evi görünce bayağı bayağı müzeyi gezmediğinizi, müzeyi yaşadığınızı anlıyorsunuz.
New York’taki Central Park neyse, Berlin’deki Tiergarten da aynen o! Brandenburg ve Reichstag gibi önemli yapılara oldukça yakın bir mesafede bulunan Tiergarten, 210 hektar büyüklüğünde devasa bir park ve şehrin merkezinde yer alıyor. 17. yüzyılda avlanma bölgesi olarak kullanılıyormuş ve soğuk savaş yıllarında Alman Komünist Partisi’nin kurucularının cesetleri bu park içerisinde bulunduğu için Berlinliler üzerinde travmatik bir etkisi de yok değil parkın. Ancak şimdilerde bisiklete binebileceğiniz, yürüyüş yapabileceğiniz ve çimlerine uzanabileceğiniz harika bir atmosfere sahip olduğundan mutlaka görmenizi tavsiye ediyorum.