{ad:0} Marsilya kıyısında bir tur yürümek ilk ipuçlarını veriyor ziyaretçilere. Eski Liman’ın son zamanlardaki en gözde buluşma mekanı olan aynanın altından geçip, balık satan seyyar satıcılarla sohbet ettikten sonra şehri kesen sokaklara girmek gerek. Sahilden uzaklaştıkça farklı kültürlerin bir aradalığı daha göze çarpar hale geliyor. Kırsal bölgede yaşayanlar için fazla gürültülü ve kalabalık olarak nitelendirilebilen Marsilya’nın, sükunet arayanlar için de alternatifleri yok değil. Şehre tepeden bakmak isteyenler Notre Dame de la Garde Kathedrali’ni ve bana göre şehrin kalbinin attığı St Charles Garı’nı ziyaret etmeli.
Marsilya’dan kırsala gidişin keyfi bambaşka çünkü Fransa’nın en güzel köyleri yolunuzun üstünde. Batı Avrupa’nın en geniş nehir deltası Camargue’ın verimli toprakları, yüzlerce kuş türüne ev sahipliği yapar. 820 km2 ’yi kapsayan bu alan doğal bir park olarak değerlendiriliyor. Bölge, kendine has beyaz atlarıyla da ünlü. Camarguais adıyla anılan beyaz atların bazıları özel etkinliklerde görev alıyor. Bir Taşocağından Mucize Yaratmak Provence’ın en güzel köylerinden biri Les Baux-de-Provence. 1821 yılında Pierre Berthier adından bir jeologun bölgede boksit bulması, köye hem ününü hem de adını kazandırdı. Toplasanız tüm bölgede 500 kişi yaşamıyor ama sadece bu köy yılda 1,5 milyondan fazla ziyaretçi alıyor. Köyde zeytincilik, bağcılık yapılıyor; bir dağ yamacında üst üste yükselen taş binaları gerçekten görülmeye değer ama benim için bu köyü unutulmaz kılan bir kireçtaşı madeni olan Carrières de Lumières.
I.Dünya Savaşı’ndan sonra ihtiyaç duyulmayan taş ocağı 1935’te kapatılmış. 24 yıl sonra Jean Cocteau, madenin içinde bir film gösterimi yapmış. 1977’ye gelindiğinde skenograf Joseph Svoboda, mekanı hem görsel hem de işitsel olarak kullanılabileceği bir sahneye dönüştüren fikri geliştirmiş. 2012 yılında Gaugin ve Van Gogh sergileriyle açılan mekanın 250 bin ziyaretçisi olmuş. Monet, Renoir, Chagall, Klimt, Cézanne, Picasso gibi birçok ressamın sergisinin 7000m2 ‘lik bir alanda multimedya gösterileriyle sergileniyor olması, insanları bir mıknatıs gibi bu eski taş ocağına çekiyor. Küçücük bir köyde hayatınızın en güzel sergi deneyimini yaşamanız olası. Bu muhteşem görsel sunumun yapıldığı terk edilmiş maden ocağını işlevselleştiren zihniyet, çöplüğe dönmüş eski ocakların bulunduğu ülkemize de lazım.
Ressamların Provence’ı tercih etmelerinin bir sebebi var muhakkak. Kırsal yaşamın güzelliği, doğanın cömertliği ve ışığın bolluğu bu sebepler arasında sayılabilir. Cézanne’ın doğum yeri Aix-en-Provence’ta hala onun tablolarının ilham kaynağını görmek mümkün. Saint-Rémy-de-Provence’ta Van Gogh, tedavi olmak için kapandığı Saint-Paul Hastanesi’nde, bir yıl boyunca 150 resim yaptı. Hayatının en hezeyanlı günlerini yaşadığı köyde resmettiği manzaralar, hala göze görünür halde. Evrensel sanatçı ve kültür insanlarının yaşadıkları mekan ve bölgelerin esin kaynağı olan doğal zenginliği ve özgün kültürünün korunup insanlığın kültür mirasına aktırılması konusunda eksikliğimiz ortada. Puşkin’in Erzurum, Kars günlükleri, ünlü ressam Chagall’ın senelerce kaldığı Büyükada geliyor aklıma.
Provence deyince birçoğumuzun aklına lavanta tarlaları gelir. Uçsuz bucaksız mavi mor tarlalara hasat zamanı gitmenin keyfi bir başkadır. Söz konusu lavanta olunca da Provence’ta mutlaka Sault Köyü’ne gitmek gerekir. Ortaçağdan kalma bu köyde, 1515 yılından beri her Çarşamba semt pazarı kuruluyor. Bölgede yetişen taze sebze-meyve dışında, peynir, bal ve tabii ki köyü mavi mora boyayan lavanta da satılıyor. Yerel halkın direkt üreticilerden aldığı tüm ürünler doğal.
800 metrenin üzerinde yetişen en saf lavantalara, kontrollü üretim sertifikası veriliyor. Dünya lavanta üretiminin yarısı Fransa’da, ülkedeki toplam lavanta yağının %40’ı da Provence’ta üretiliyor. Bugün Provence’ta 20 bin hektar alanda lavanta yetiştiriliyor. Provence’taki ilk lavanta üretimiyse, Sault’da başlıyor. AB’nin en büyük tarım üreticisi olan Fransa’nın tarımda markalaşmayı başardığını ve yapılan reformlarla “kontrollü üretim etiketine” sahip tüm ürünlerin bölgelerine, üretim biçimlerine, toprak cinsine göre sınıflandırıldığı ve kaliteli üretimin gerçekleştirildiği gerçeği; küçücük köyün aldığı turist sayısını açıklamaya yetiyor. Bir zamanlar tarım ülkesi olarak adlandırdığımız ülkemizdeyse hububatımızı bile Kanada’dan ithal eder duruma geldiysek, çocuklarımız neyle beslenecek diye oturup düşünmemiz gerek.