Fidel'in ve Che'nin Kübası dışarıdan bakarsanız, elli yıl öncesinin yaşamını görürsünüz. Sanki canlılar dışında her şey dondurulmuş. Evler aynen muhafaza edilmiş, müze gibi kalakalmış.
{ad:0}Küba, halen ABD'nin ablukası altında. Hem sivil hem askeri anlamda uygulanan bir abluka bu. Bu yüzden çok az sayıda hava yolu şirketi Küba'ya sefer düzenliyor. Bunlara ulaşıp bilet temin edebilmek de biraz zahmet ve çaba gerektiriyor. Tur şirketleri ile anlaşmak en uygunu.
Bizim, Bursalılar'dan oluşan 33 kişilik grubumuz da, böylesi bir organizasyon sonucunda 6 Aralık Cumartesi günü saat 20.00'de Havana'ya ulaştı. Havaalanından, önceden yerimizin ayrıldığı otelimize bir servis otobüsüyle gittik. Camador Oteli bakımlı ve güzel bir otel. Estetik, çevresiyle uyumlu bir mimarisi var. Her köşesinde çiçekler göze çarpıyor. Yapma çiçek pürüzsüzlüğünde, yapma çiçek düzgünlüğünde gerçek çiçekler. Küba'da yapma çiçek diye bir aksesuar yok, bilinmiyor. Arasanız da hiçbir yerde bulamazsınız.
Yoksul Küba'nın otellerinin de Küba gibi yoksul olacağını, ne denli özen gösterilirse gösterilsin bizim belediye otellerimizin düzeyini aşamayacağını düşünüyordum, yanılmışım. Hepsinden önce, hepsinden önemlisi her köşesinde dikkatli bir temizlik göze çarpıyor. Temizlik, lüksün yerini tutar mı? Tutmayabilir, ama lüksün karşısında gerçek bir seçenek olduğu Küba'da görülebiliyor.
Duvardaki termometre hava sıcaklığını 27-28 derecelerde gösteriyor. Çok sıcak sayılmaz. Günün iyi geçeceğine işaret. Otelin bahçesinde büyük bir havuz var. O da, bakımlı ve temiz. Keyifli keyifli kulaç atanlar var. Demek ki iç rahatlığıyla yüzülebilir. Bursalı grubumuzun ilk izlenimi genelde benimkiyle örtüşüyor. Otel iyi, havuz iyi, yataklar temiz, personel güleryüzlü, sıcakkanlı'
Bakalım yemekler ne durumda?
Hep yapıldığı gibi, yemeklerde domuz eti var mı, yok mu soruşturması başlıyor. Hayır, yokmuş! Aşçıbaşı, Müslüman konuklarının olacağını bildiği için domuz etinin mutfağa sokulmasını yasaklamış. Öyle söylüyor görevli. Bilen dostlarımız, domuz etinin yağlı olmasıyla diğerlerinden ayrıldığını, görünüşünden kolayca anlaşılabileceğini anlatıyor. Bu çifte güvenceden sonra sofraya oturuyoruz.
Sistem, bizdeki otellerin sistemine benziyor. Herkes yemeklerden seçtiğini tabağına alıp bir masaya oturuyor. Masalarda da servis tabakları içinde kimi ordövr türü yiyeceklerden var. Ayrıca ekmekler ve yalnızca burada değil, bundan sonra her yerde karşımıza çıkacak çok güzel, uzun saplı, canlı renkli tropik çiçekler.
Uzun bir yolculuk yapmışız, yorgunuz, görünüşü beğensek de yemeklere uzanmakta tereddütümüz var. Acaba tadı, tuzu, kokusu, nasıl? Çok mu baharatlı ya da acılı? Neyse ki, yemekler damak tadımıza, Türk mutfağına, Türk zevkine uygun çıkıyor. En azından, kimseden açık bir itiraz veya eleştiri gelmiyor. Küba oteli, böylece grubumuzun kalite denetiminden yemekleri bakımından da "iyi" derece almayı başarıyor.
Her yerde güleryüzlü bir yoksulluk var
Havana'nın diğer kısımlarındaki binalarda da yoksulluğun izleri çok açık. Bir yol arkadaşımızın dediği gibi: "Küba'ya ambargonun kalkmasından sonra ilk boyacılar girmeli!"
Camador Oteli'nin sabah kahvaltısında, ötekilerin yanında kuru fasulye ve yengeç bacağıyla karşılaşmak ilginçti. Kahvaltının ardından tur hazırlıkları başladı. İlk turumuz puroları, güzel kadınları, sokak tavernaları, müzisyenleri çiçekleri ve beş yüz yıllık başkent olmasıyla ünlü Havana'ya. Bir turistin nerelere götürülmesi adettense oralara götürülüyoruz rehberimizce. Havana'nın eski semtlerini, eski evlerini, İspanyollardan yahut yarı sömürge döneminden kalma denizin içine kadar sokulmuş, şimdilerde ise bakımsız ve boş kalmış kolonyalist konutlarını, yanı sıra yeni Havana'nın meydan ve bulvarlarını dolaşıyoruz.
İlginç bir ayrıntı: Küba, Jose Martı'ya dair her şeye sahip çıkmış. Kentin en merkezi yerinde Marti'nin hocasının bir resmini görüyoruz. Demirden dört köşebent arasına yerleştirilmiş bir saç levha üzerindeki yalın resim, Küba'daki yoksulluğun ve ekonomik sıkıntıların da resmi gibi duruyor. Kısaca anlatmak gerekirse: Havana'da eski kent olduğu gibi korunmuş. Eski kentin artık çok yıpranmış tiyatro, sinema, müzikholl gibi kültür, sanat işlevli yapılarının para bulundukça elden geçirildiği anlaşılıyor. Oralarda da durum, Jose Martı'nın hocasının resmindeki basitlik ve sadelikte.
Roomla karışık pikokola
Kentin içinde, deniz kenarında kalan yalı ve villalar özel bir politikanın sonucu olarak kaderine terk edilmiş gibi. Yapılar çok güzel, çok görkemli ama yaşama kapalı. Çatıları, duvarları bakımsızlıktan dökülüyor. İçlerinde kimse yaşamıyor. Türkiye'de olsa sahiplerinin "yalı zengini" sayılabileceği hoş binalar bunlar. Havana'nın diğer kısımlarındaki binalarda da yoksulluğun izleri çok açık. Bir yol arkadaşımızın dediği gibi: Küba'ya ambargonun kalkmasından sonra ilk boyacılar girmeli! Çok işleri olacak çünkü. Hem Havana'da hem öteki kentlerde "Havana'dan sonra, Havana"'ya 140 kilometre mesafedeki Vinales Vadisi'ne gidiyoruz. Ülkenin ortalarına, Havana'nın da doğusuna düşüyor burası. Görülmeye değer bir yer. Mükemmel bir ışık altında ve roomla karışık pikokola eşliğinde, dağa resmedilmiş büyük bir tabloya bakarak bölgenin doğal gelişimini ve evrimini çözmeye çalışıyoruz. Tablo bunu anlatıyor çünkü. Room ya da rom, Küba'nın ünlü damıtık içkilerinden biri. İçkiler konusunda aman aman bilgim olmadığı için tadını tanımlayamayacağım. Kokusu, bizim tekel konyağını andırıyor. Amerika ve Avrupa'da aranan içkilerden biriymiş Pikokola da, hoş bir aroması olan alkol içermeyen hindistancevizinden yapılma yerel bir içecek. Cola ile hiçbir ilgisinin olmadığını söylemeye gerek yok.
Vinales yöresi en çok tütünüyle ünlüymüş. Meşhur Küba purolarının yapıldığı tütünler bunlar. Rehberimiz, tütün tarlalarının yanı sıra, tütünün kırılıp devşirilmesi, kurutulup puroya hazırlanmasına ilişkin çalışmaları da görmemizi sağlıyor. İri yapraklı, kehribar sarılığında tütünler, Anadolu'da olduğu gibi uzunluğuna ipliğe dizilip tavan kirişlerinden sarkıtılarak kurutuluyor.
Küba'nın eski adı DOÐANNA. Sözcük anlamı: Verimli toprak. Küba toprağı gerçekten çok verimli. Tütün toprağa dikildikten bir, bir buçuk ay sonra devşirilmeye hazır duruma geliyor. Rehberin verdiği bilgiye göre, bugüne değin tüm ülkede yalnızca iki aileye tütün işleme konusunda özel statü verilmiş. Bunlardan biri Vinales'te.
Her yer tertemiz
Küba'a bir başka durağımız kilometreler boyunca uzanan, inanılmaz güzellikteki bir kumsala sahip Varedora sahil şehri.
Laciverdi deniz güneşin altında ışıldıyor. Köpüklü hafif dalgalar, geride gölgesini bırakarak kıyıyı yalayıp yalayıp çekiliyor. Dalgalarla kumun oynaşadurduğu bu kahverengi şeridin ardında pürüzsüz kumsal, onun ardından da göz alabildiğine yeşillik uzanıyor. Bu yeşilliğin ardında çok sayıda turistik otel var. Tüm sahil, tüm kumsal baştanbaşa tertemiz. Ne suda yüzen bir poşet ya da pet şişe, ne de kumsalda unutulmuş bir çöp bidonu görünüyor. Varedora kentinin içlerine doğru ilerlediğimizde, kentin cadde ve sokaklarının da sahili kadar temiz olduğu dikkatimizi çekiyor. Ayrıca, vurgulamalı ki, insanlarının temiz paklığı da.
Kimsenin öyle göze batacak ya da imrenilecek lüks bir giysisi yok ama herkes olabildiğince şık ve temiz. O kadar ki, böylesine basit görünen olanaklarla bunu nasıl başarabildiklerine şaşıyor insan. Çoğunluk şöyle: Sade, keten bir giysi, rengi solmuş olabilir, ama kırışıksız ve temiz. Yakada yahut saçların arasında o giysiyle uyumlu bir çiçek. Şunu da eklemeli: Kübalılar'ın canlı, sevimli, sıcak duruşları da şıklık ve temizlik izlenimini güçlendiren bir etken. Bir başka yerde bir başkası aynı giysiler, aynı çiçekle o şıklıkta ve temizlikte olamaz sanıyorum.
Bol bol karides
Sahil, kentin caddeleri, sokakları da turist kaynıyor. Başınızı hangi yana çevirseniz bizimki gibi gruplara ya da ne bileyim sevgilisiyle, eşiyle, çocuklarıyla dolaşan kadın ve erkek yabancılara rastlıyorsunuz.
Varedora'da konakladığımız otel en çok deniz ürünlerinin bolluğu ve çeşitliliğiyle çoğumuzun gönlünü kazanıyor. Neler derseniz: En başta bol bol karides, bol bol ve çeşit çeşit okyanus balığı ile farklı şekillerde hazırlanıp farklı şekillerde servis edilen ahtapot, diyeceğim. Mönü deniz ürünlerinden ibaret de değil. Dilerseniz kuru fasulye, dilerseniz barbunya pilaki ya da bezelye de var. Tıpkı Havana'daki ilk otelimiz gibi burada da, sabah kahvaltısını bile, bu sonuncularla yapmanız mümkün.
Turisti memnun kılmak ilke haline getirilmiş. Yoksullukları ve yoksunlukları içinde, ellerinden geleni esirgemiyorlar bu konuda. Servis yapan garson gizli bir müzisyenmiş meğer! Bir anda işi gücü bırakıp bir gösteriye girişiyor. Masada bulunan her şey, çatal, bıçak, kaşık, sürahi ellerinde birer enstrümana dönüşürken bir de bir şarkı tutturuyor ki, demeyin gitsin! Söylediği yerel bir şarkıymış ama ustaca icra ettiğini söylemeli. Bunu bahşiş için mi yapıyor? Anlamak zor. Muzipliğim tuttuğundan ve salt "test" etmek için bahşiş vermiyorum. İzliyorum; katiyen yadırganacak bir davranışı olmuyor müzisyen garsonumuzun. "Verirseniz ne ala, vermezseniz de ne ala" havasında.
Ve tabii ki Fidel Castro ve Che Guevara
Küba denilince akla ilk gelen Fidel Castro ve Che Guevara (ÇE). Bütün dünyada böyle. Kime sorsanız, tam isimleriyle Fidel Castro Ruz ve Ernesto Che Guevara'yı Küba ile özdeş kabul eder. Türkiye'de de böyle, dünyada da.
Küba'ya adım attığınız andan itibaren bu peşin hüküm, bu ilksel izlenim her adımda doğrulanıyor, güçleniyor. Yalnız, Küba'yı görenlerin gözünden kaçmayacak, bana da çok önemli görünen bir ayrıntı, bir farkla: Seksen dört yaşındaki Fidel Castro Ruz, sevgili yoldaşına, cemile olsun diye mi bilinmez, ülkesinde onu daha bir ön plana çıkarmış. ÇE, (bu sert sessiz vurgulanarak telafuz ediliyor Che'nin ismi) Küba'da her eve, her eşyaya, daha doğrusu yaşamın her alanına girmiş. Biraz daha ileri gidersek: Alınır satılır bir meta haline getirilmiş bile diyebiliriz. Zaten Küba'ya girdiğiniz andan itibaren sırası ile üç ismi her yerde görürsünüz. Che, Fidel Kastro ve Ernest Hemingway. Che ve Fidel Küba devriminin iki önemli lideri. Batista diktatörlüğünü yıkan, toprak reformu yapan, ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini millileştiren rejimin kurucusu gerillerosun önde gelen iki komutanı.
Peki Hemingway?
Küba için Hemingway, yazar olarak çok önem tartışılamasa da, bir turistik öge. Gezdiğimiz caddelerin birinde, ki kentin en küçük caddesiydi yanılmıyorsam, 16. yüzyıldan kalma su-kanalizasyon sistemini gördük. Bu da, İspanyolların iyi şehirler kurduklarının göstergesi. Söz konusu caddeden geçip Hemingway'in evine ulaştık. Ünlü romanı Çanlar Kimin İçin Çalıyor'u bu evde, daha doğrusu otelde yazmış Hemingway. Otelin adı Ambos Mundos. Bir Kübalı, otelin antika kapısını açmak için uğraşıyordu. Yazının girişinden de anlaşılacağı gibi, Küba'ya gitmiş, Küba'yı görmüş bir ölümlü olarak anlatıyorum:
Şüphesiz ki; dünyanın öbür ucunda, Amerika'nın hemen altında, Meksika Körfezi'nde uzun timsaha benzeyen, çevresinde binlerce adanın olduğu bu ülke bir çok nedenle merak edilir. Kimisi Amerika'ya kafa tutan, avuç içi kadar büyüklükteki ve içinde devrimci militanların gezdiği sosyalist özgürlüklerin keyifle yaşandığı bir ülkeyi görmek merakı ile kimileri bu modelin başarılı olup olmadığını kendi değer yargıları ile anlamak, kimisi ise kışın ortasında güneş ve deniz için. (Özellikle bu son şıktakiler Kuzey ülkelerinden gelenlerdir)
Donuk, umarsız, kaygısız biraz da ilgisiz orta oyunu seyreder gibi bakınan Kanadalı, İsveçli, Hollandalı, Alman turistler.
Her şey antikalaşmış
Küba konusunda bir değerlendirme yapmak için, dışarıdan bakarsanız, elli yıl öncesinin yaşamını görürsünüz. Sanki, canlılar dışında her şey dondurulmuş. Evler aynen muhafaza edilmiş; müze gibi kalakalmış. Turistik bölgeler dışında, alışveriş konusu olan tüketim malzemeleri bizim Anadolu'da bir köy bakkalında yıllarca raflarda bekleyen tüketim eşyaları gibi. Sanki elli yıldır burada hiç tüketim nesnesi üretilmemiş, elli yıl önce üretilenler hiç tükenmezmiş gibi... Bu tarafıyla bakınca, günümüzde değil de, az çok hatırladığınız geçmiş bir zamanda, tarih içinde dolaşır gibi oluyor insan. Her şey antikalaşmış!.. Devlet denetiminde olduğu anlaşılan üç-dört televizyon kanalları var. İçerik bakımından haber programları ile filimler ağırlık taşıyor. İspanyolca bilsek, belki ilgimizi de çekebilirdi. Ama bilmiyoruz...
Küba kentlerinde, Küba'nın yollarında en göze çarpan şeyin otomobiller olduğunu söyleyebilirim. Memleketin halini bilmeseniz, her Kübalı'nın antika otomobil tutkunu olduğunu sanmanız işten değil. Turistik otobüsler Türkiye'deki gibi. Çok önemli bir farklılıkları yok. Ama binek otomobillerinin en yenisi bile en az kırk yıllık. Anlaşılan o ki, kendileri de bunun farkına varmışlar. Çünkü bu durum sanatçıların tuvallerine yansımış. Bütün galeri ve resim sergilerinde Küba plakalı otomobillerin tabloları göze çarpıyor. Söylemiştim, ama o kadar çok göze çarpıyor ki, yinelemekten kendimi alamıyorum: Binalar, sanki ilk günkü hallerinde! Sanki ilk dikildikleri günden sonra zamanları donmuş! Hiç dokunulmamış; hiç önemsenmemiş bir halleri var. Çoğu yerde çatı tamiri yapıldığı görülüyor. Cepheleri bakımsız. Dikkatlice ve karşıdan baktığınız da temiz, fakat çok da lüks döşenmediği fark ediliyor.
Kübalılar tamirde uzmanlaşmış
Turistin kullandığı pesota ile Küba halkının kullandığı para farklı olduğundan tüketim malzemelerinin alım satımını karşılaştırmak tam olarak mümkün olmuyor.
Bir Peso, 0.8 Dolar civarında. Oldukça değerli. Yerel paranın nasıl kullanıldığını ise anlamak zor. Otomobiller miyadını doldurmuş olduğundan sık sık arızalandığı besbelli. Ama Kübalılar tamirde uzmanlaşmış olmalı ki, yollarda kendi araçlarını tamir eden birçok sürücü ile karşılaşılıyor. Küba'nın başından sonuna kadar bir otoyol var. Bu otoyol mütevazı, bakımlı. Daha uzun yıllar onların işini görür gibi duruyor. Hava limanı lüks değil ama işe yarar durumda. Birçok hava limanları var. Gittiğiniz her yerde karşılaştığınız insanlar sanki Hollywood filmlerindeki kovboy kasabalarında toz toprak içinde at üstünde yaşayan ama asla toza çamura bulaşmayan kovboylar ve leydiler gibi.
O köhnemiş şehir ve köy evlerinden çıkan Kübalıları görünce şaşırmamak mümkün değil. Kimisi İspanyol beyaz, kimisi Afrika kökenli siyah ve kimisi bunların ortalaması çikolata renkli. Kübalılar temiz bakımlı ve güler yüzlüler. Ses çıkaran bir alet ellerine geçerse en azından vantemara'yı söylemeye hazırlar. Yoksul olarak tanımlanan bu halkın bu kadar temiz ve bakımlı olmalarının sırrını çözmek için sanıyorum onları tanımak gerekecek. Çok az sayıda dilenen görünüyor. Bunlar da biraz meczup görünüşlüler. Turistlere bir şey satmak isteyenler taciz etmiyorlar. Pazarlık etmiyorlar veya çok az pazarlık yapıyorlar.
Bugünkü Küba'ya gelince:
Bu ülke tekrarlayalım ki Amerika'nın ambargosu altındadır. Art arda gelen ABD başkanları, bu ambargoyu sürdürmek ve sıkılaştırmak konusunda görüş birliği içinde olmuştur. Uygulanan baskılar ve ticari sınırlamalar sonucu ekonomi dar boğaza sürüklenecek; yokluk, kıtlık baş gösterip toplumsal sorunlar büyüyecek; iç dengeler alt üst olacak ve bu durumdan güçlü kuzey komşu yararlanacak. 1959'da yitirdiği eski yarı sömürgesine tekrar kavuşacak. Yani çaresiz kalan yahut bırakılan Küba, sonunda Sam Amca'nın kollarında kurtuluşu bulacak (Irak gibi).
Küba'nın, 1959'da toprak reformu yasasını hayata geçirmesinden bu yana, Amerikan yönetiminin uzun erimli kurgusunun böyle olduğu anlaşılıyor. Küba'ya gıda ve ilaç dışında herhangi bir şey yollanması daha 1960 yılının başında yasaklanıyor. Washington, Havana ile diplomatik ilişkiyi kesiyor. 1961 yılının başında ise başarısız Domuzlar Körfezi çıkarmasını deniyor. Bu yenilgi ambargonun daha sıkı uygulanmasına neden oluyor.
Ambargo
Bir tür sivrisinekten geçen hastalık çok sayıda çocuğun ölümüne neden olmasına rağmen ABD, ölümcül hastalığı sağaltacak ilacın Küba'ya satışını yasaklamaktan kaçınmıyor.
Benzeri örneklerin çoğaltılması mümkündür: Petrol, temel gıda maddeleri, Küba uçaklarına bazı ülkelere iniş yasağı ve akla gelebilecek her tür ambargo bu ülke üzerinde denenmiştir
(Burada, Irak bağımsız bir ülke iken, kuzeyine 6'ncı paralelin berisine uygulanan hava ulaşım yasağını hatırlamakta yarar var) Bu hatırlatmalardan sonra Küba'ya gidildiğinde yaşananlara bakarken geçen elli yılda yaşananlara bakmak gerekir diye düşünüyorum. Zamanın cansız cisimler üzerinde donduğunu, ama insan üzerinde geleceğe taşındığını bunun sonucu olarak da insanın üzerinde yürütülen amansız bir mücadeleyi odaklanıldığını görmek gerekir diye düşünüyorum.
Küba görülmelidir
Küba'yı görmek gerekir. Örneğin, herhangi bir köyden geçerken, o köyün okulunun öğrencilerine dikkat edilmelidir. İnsan davranışlarına bakılmalıdır.
İlk gördüğünüz Kübalı'ya kaç lira maaş alıyorsunuz diye sorarsanız alacağınız cevap sizi tatmin etmeyebilir. Kübalı vatandaşın geçirdiği toplu evrimi, yapılan baskı altında aklımızın süzgecinden geçirerek değerlendirmeliyiz.
Küba'yı görünüz. Yürürken bile dans eden, şen şakrak, neşeli, kendiyle barışık, hemcinsleriyle barışık, doğayla barışık, kimseden gülümsemesini esirgemeyen ama "mutsuz" olduğu söylenen insanları görünüz. Yozlaşmış Amerikanvari meta ilişkileri orasını zaptetmeden, ele geçirmeden, yani çok geç olmadan imkanınız varsa Küba'yı görünüz. Kıstırılmış timsaha benzeyen, Castro'nun, Hemingway'ın, Che'nin ülkesi Küba'yı, bu onur savaşı veren insanların ülkesini görünüz. Burada yaşananları görünce Somali de yaşananları Batının bize nasıl anlattığını anlamamız kolay olacaktır sanırım.