İstanbul’un gizemleri neler, derinlerinde ne var, taşı toprağı neden kutsal, soruları illaki sormuşsunuzdur. En çok da derin kazılmış Metro inşaatlarından birinin önünden geçerken ya da tarihi bir eserini gezerken akla geliyor bu sorular! Gelmiş geçmiş birçok medeniyetin katman katman gömüldüğü bu şehrin toprağında kim bilir neler gizli diye düşünmeden edemiyorsunuz. Sahi; Napolyon’un bile ‘dünya tek bir ülke olsaydı başkenti İstanbul olurdu’ dediği, hem Roma hem de Osmanlı İmparatorluğu’na başkentlik yapmış ve iki kıtaya birden yayılmış bu koca kent sıradan bir yer olur mu? Yedi tepesinden Haliç’e, belki oturduğunuz sokaktan altı bakkal olan apartmanının temeline kadar daha nice kitaplar, senaryolar yazdıracak bilmediğimiz koca bir tarih var. Atalarımızın duyup bilip anlattıklarından esinlenip kulağımıza çalınan İstanbul efsanelerini yazdık biz de! Merak edenlere ilham ve İstanbul’un güzelliği hak ettiği gibi derinden hissedilsin diye…
{facility:0}İçinde peri olan, cin olan ya da sonu mitolojiye bağlanan pek çok efsanesi var İstanbul’un. Ama hiçbir yerde yazmayan sadece ninelerimizden dedelerimizden duyduğumuz bazı rivayetler var ki; o da depremde, selde, nice felakette bu şehri evliyaların koruduğu yönünde. Biz mitolojik olanı anlatalım, Kadıköylülere de buradan selamlar yollayalım.
Tarihin bir döneminde (tahminen M.Ö. 7. Yüzyıl) aslen Yunanlı olan Megaralı göçmen grup baskılardan sıkılarak özgür yaşayabilecekleri bir kent kurma derdine düşer. Ve tabii dünya büyük, gidilecek yol uzun olduğundan o yer neresi olabilir konusunda bir kahine danışırlar. Kahin kuracağınız kent körler ülkesinin tam da karşısında der ve göçmenler de körlerin yaşadığı yer neresidir, aramaya başlar. Az giderler, uz giderler ve bir tepeye gelirler. Göçmenlerin lideri Byzas böyle bir kentin olduğuna inancına yitirdiği anda sahilden karşı kıyıya bakar ve bu güzelliği daha önce görmemiş olmasına şaşırır. Aradığı yer o an bulunduğu Sarayburnu, karşı kıyı da o zamanlar adı Khalkedonia olan ve körler ülkesi anlamına gelen Kadıköy’dür. Ve tabii arayıp bulan Byzas olduğu için kentin ilk ismi de Byzas’ın şehri anlamına gelen Byzantium olarak anılır. İstanbul’a ilk ismini veren Byzas’ın yerleştiği bölgede bolca altın bulduğu, İstanbul’un ‘taşı toprağı altın’ sıfatını da o dönemlerde kazandığı söylenir.
{ad:0}Hiç düşündünüz mü, sokağınızda mahallenizde yürürken aslında neye basıyorsunuz? Ya aşağıda ucu karşı kıyıya uzanan bir tünel varsa? Ya şimdi ki Marmaray’ın bir benzerini daha önce yaptılarsa? Efsanelere geçmeden önce belirtelim ki birçok aklı havada definecinin altın ararken bulduğu şey tünel olmuş. Ve bu tünellerde de elbette ki ne altın, ne gümüş çıkmış.
İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası’nda yazdığı eski İstanbul zamanlarına gidelim şimdi. Kitap tabii ki bir kurgu ama bir de 15. Yüzyıldaki Kapalıçarşı rivayetleri var ki her ikisinde de tünellerden bahsediliyor. Hatta büyüler ve bilinmeyenleri yazmasıyla ünlenmiş Giovanni Scognamillo diye bir yazar daha var ve onun da ‘İstanbul Gizemleri’ adlı kitabında konu yine tünellermiş. Efsanelerde Yerebatan Sarayı’ndan ve Kapalıçarşı’nın altından girilen tünellerin Marmara Denizi’nden devam edip Kınalıada’ya kadar uzandığını anlatılmış. Bu tünelleri bilenler de Kuran’a el basarak gizli tutacaklarına yemin ediyorlarmış.
Günümüzün bol betonlu, plazalı yeryüzü inşa edilirken, eski binalar yıkılıp yerine yenileri dikilirken keşfedilen bu tünellerin bazıları Bizans, bazıları Osmanlı döneminde yapılmış. Üzerlerinde bu kadar yük taşırken, binlerce araba gelip geçerken nasıl yıkılmadan sağlam kalabilmiş sorusunun cevabı ise Bizans’tan kalma çok ince bir hesaplama. Örneğin Yerebatan Sarnıcı yapıldığından bu yana yaklaşık 25 çok şiddetli deprem atlatmış. Osmanlı’nın 2. Abdülhamit zamanında yapılan tünellerden en ilginç işlevli olanı ise Marmara Üniversitesi’nin Haydarpaşa Kampüsü ile Karacaahmet Mezarlığı arasında olanıymış ki burası sadece tıp derslerine kadavra taşımak için kullanılırmış. Tünelin girişi günümüzde beton dökülerek kapatılmış.
İlk kez M.S. 330 yılında yapılan bir dünya mirası Ayasofya. Günümüzde tekrar camii olarak kullanılmaya başlana Ayasoyfa sık sık gündem konusu oluyor. Aslında biz buzdağının görünen yüzüyle tanıyoruz Ayasofya’yı. Temelinde, derininde ne olduğu ise hala araştırılıyor. Bu muhteşem yapının kulaktan kulağa yayılan efsanesi ise şöyle; Bizans İmparatorunun yaptırmayı düşlediği Ayasofya’nın mimari planını en ünlü mimarlar bile çözememiş. Daha doğrusu imparator hiçbir taslağı beğenmemiş. Tam umduğu gibi bir mabet yapamayacağını düşünürken bir rüya görmüş. Yapının olduğu boş arazide duran bir ermiş imparatora elinde yapının şimdiki planının olduğu bir levha göstermiş. İmparator bu yapının ne olduğunu sorunca da ona adının Ayasofya olduğunu söylemiş.
Efsane burada bitmiyor, Ayasofya’nın gövde inşaatı bitip sıra kubbesini yapmaya gelince imparatorluğun parası bitmiş. Eserini üzgün üzgün izleyen imparatorun yanına bu sefer beyaz giysili bir genç gelmiş ve ona bir katır sürüsü verirse inşaatı bitirebileceğini söylemiş. İmparator ilk önce kulak asmasa da gencin üstelemesi üzerine istediğini vermeyi kabul etmiş. Genç bir süre sonra da katırları altın yüklü olarak geri getirmiş. Yine ninelerimizi dedelerimizi analım ve iyi şeyleri çok dillendirmeyin nasihatlerini hatırlayalım. İmparatorun bu olayı herkese anlatması altınların da sihrini kaybedip ortadan kaybolmasının sebebi olmuş.
Gerçekten de olağanüstü bir kubbe mimarisine sahip yapının muadili yok. Hatta ustaların ustası Mimar Sinan bile muhteşemlikte çığır açsa da çıtayı bu kadar yükseltememiş. Yapı öylesine gizemli ki sütunlarından birinin içinde imparatorun sırlarını anlatan bir el yazması eser, altında da belgeselcileri bile şaşırtan birçok dehliz bulunmuş. Bu dehlizlerin suyla dolu olduğunu ve araştırmaların da dalgıç ve arkeologlar tarafından yürütüldüğünü de bizzat belirtelim. Peki ne mi bulunmuş? Ayasofya’nın altı, kutsallığına inanıldığı bir akıntıdan su doldurmaya çalışanların kaybettiği Nuh nebiden kalma mataralar, şamdanlar, 13. Yüzyılda yaşamış bir aziz çocuğa ait mezar ve nice kalıntılarıyla bir açık hava müzesiymiş. Ama tünel yokmuş, bu da doğruluğu kesin bir ayrıntı.
Hazreti İsa’nın ve havarilerinin dönemine gidelim şimdi de! İsa’nın ölmeden önce son kez şarap içtiği kutsal kadehin hikayesine. Bu kadehin İsa’nın bir havarisi tarafından saklandığı ve Bizans İmparatoriçesi Helena’nın bir Kudüs ziyaretinde bu kadehi alarak İstanbul’a getirdiği de çok eski şehir rivayetlerinden. Efsaneye göre Helena şehri korusun diye bu kadehi Çemberlitaş’ın bir sütunun altına yaptırdığı gizli odaya yerleştirtmiş.
Yoğun tarihi ve derin yaşanmışlığıyla bir dünya metropolü olan şehrin ‘bu kadar da olmaz’ dedirten mucizelerle dolu bin bir yanı var. Peki ya sizin bildiğiniz başka efsaneler var mı, yorumlara yazabilirsiniz! Bu kadim şehri tam kalbinden tanımak için İstanbul semtlerinden Şişli’de konaklayabileceğimiz tesisleri öğrenebileceğiniz Şişli Otelleri adlı yazımıza bakabilirsiniz!
Daha fazla İstanbul Oteli incelemek için aşağıya bakabilirsiniz;
{search:istanbul-otelleri,İstanbul Otelleri}